19 Aralık 2008 Cuma

Tork

Barın soluk sarı ışığı, ahşap platformun üzerindeki bardak ve şişelerden bir yolunu bulup süzülerek Jefri’yi aydınlattı. Jefri 30’larında, sarışın ve kıvırcık saçlı, orta sınıftan... Filan. Jefri bir akvaryumun dibindeki taşları seyreder gibi bira bardağının dibini dalgınca gözlerken Methyüv müşfikçe nasırlı ellerini –farklı bir el tasviri için insanların ufkunu açacak eleman aranıyor!- onun omzuna koydu. O büyük konuşmasını yapmadan önce Hitler’in gözünde görülen bir parlaklıkla Jefri’ye baktı. Odaka denk getirebilse Jefri alev alabilirdi. Jefri ise her etkiye karşılık bir tepkinin gayet de verilmeyebileceğini kanıtlarcasına sakil ve sakin, ruhsuz ve huzursuz, kıpırdamadan ve tıkırdamadan öylece durdu. Sağ el parmaklarının boğumları bardağın kulbu kavramış, sanki onunla bütünleşmişti. Jefri ve temasta olduğu her yüzey-Methyüv hariç- donuk ve cansızdı dünya üzerindeki. Methyüv ise koca ağzını açarak babacan bir ses tonuyla:

“I know its hard for you!! You gotta get up man!! Just roll on!! Can't make it destroy you” dedi.

Brenda Angela’ya sarılarak en yumuşak ses tonuyla:

“Hey, we're here. That sick bastard made you sad. But hey, life is going on” dedi.

Ryan'dan Stanley'e sevgi dolu bir baloncuk içinde:

“Hey, everything's gonna be allright, you gotta clean this mess and keep it goin on!” ulaştı.

N'den S'ye:

“Bişey olmaz ya. Geçer, takma kafanı. Düzelecek herşey.”

Katya ise sarışın ama üzgün dilber Anna’yı kucağında hoplatarak:

Ya gavaryu ruskiy yazik" demeyi tercih etti.

17. yüzyılda bir Çin imparatorunun hizmetçisi Chanh-Pu Hook ise sağır ve dilsizdi. Ama konuşabilse Tereza’nın Soumena’ya söylediklerinin tamamen aynısını söylerdi:

“Da dumastik biamo fenao ellemeö dur”

Hepinizi dövmek istiyorum, Jefri Methyüv’ü dinleyerek sabunlanmış bir iradeyle evine kadar gidip ertesi sabah farklı bir insan olarak uyanabileceğini düşünüyorsan seni de dövmek istiyorum. ‘Roll on’muş. Sensin yuvarlak.

Minikaltak

Mumların dizinsel sıralanmasıyla oluşturulmuş ingilizce bir "seni seviyorum"u ikinci satırda ekonomik bir 'o' harfi görevi gören tek bir sarı mumu aradan çıkartarak bozdum. İngilizceydi, çünkü sevmek de öfkelenmek de içimde bilemediğim bir nedenden ingilizce eklemlenirdi. İngilizceydi çünkü türkçe yazabilmek için yeterli sayıda mum yoktu. Bir 'S' çok emek ve mum istiyordu.

Dudaklarımın kenarlarını gerdim, bugüne kadar kimsenin vurup da morartmadığına şaştığım bu kenetlenmiş iki solucanın büzgülü orta boğumlarında sadece uyuşuk bir sırıtkanlığa ayarladığım yüz kaslarımı becerebildikleri denli ovalleştirdim ve düzgün bir çukur açtım. Bu şekilde birçok muzice yaratılabilir; güzel bir trompet tınısı, Gandalf pipo dumancıkları, kötü bir öpücüğü eğlenceli kılan bir cıvırtı. Hiç birini yapmadım, yapamazdım da, kocaman bir of notası çıkartmayı denedim, yalıtımsız duvarlarda sinik bir eko kornişinden çıkana dek ileri-geri sıçrarken.

İçinde ürenin her türlü olası sarılığında scotchlar bulunan ceviz oymalı konsolun yerine, ağır iş makinesi sınıfında ses çıkartan, eski, bu tip şeylere beyaz eşya adı henüz konulmadığı zamanlarda sarı renkte üretilmiş, buzdolabımın kapağını açtım, geride kalan azıcık votkadan bir yudum daha aldım. İkimizin de yoğunluğu giderek azalıyordu. Fıstık yeşili, benetton rengi çarşafların üzerine uyuyabilmek umuduyla -bunun son sefer olmasını umarak- bir kere daha uzanırken gözlerimi yummayı yeterli gördüm, ne de olsa ışığın birşeyi değiştirmeye yetmeyeceğini biliyordum.

"Now i'm beginning to see the light.." Kadife kucaklı yumuşak karanlığa yasladığım başımı bir an kaldırdım ve karanlığının tonunu, zorluğunun seviyesini dahi seçemeyeceğim zarif bir kabusa uyanmadan son kere kıpırdandım: -Lanet olsun neden bir kürek kapıp başladığın işi bitirmiyorsun ki?

Uyandığımda mumların sırası değişmişti, yine ingilizceydi iki satır aynı kalsa da anlam tamamen değişmişti. Aslında üzerinde biraz düşünürsek; pek de değişmemişti. I xxxx YOU.